Advert
Advert
Advert

Tekfirci hareketlerin tarihsel ve düşünsel kodları

Irak’ın Musul kentini ele geçirmesi sonucu, tüm gözler IŞİD üzerine çevrilmiş ve IŞİD’in ideolojik temelleri üzerinden bir tartışma başlamıştır. İlk başlarda El-Kaide’nin bir kolu olarak yansıtılan IŞİD, daha sonra El-Kaide’den ayrılması ve El-Kaide’nin ‘bizim ile ilişkileri yoktur’ açıklamaları olayı yeni bir boyuta taşımıştır.

Tekfirci hareketlerin tarihsel ve düşünsel kodları
Tekfirci hareketlerin tarihsel ve düşünsel kodları admin
IŞİD’in Irak’ta ortaya çıkmasına neden olan olaylar başka bir yazının konusudur. IŞİD, oturmuş olduğu ideolojik temel açısından, Irak’ta bir takım olaylar sonrası zuhur etmiş bir düşünce ve hareket değil, asırlardır ümmetin içerisinde bulunan bir düşünce akımı ve fırkadır. Asırlardır ümmetin içerisinde mevcut bu ideolojinin, bugün bazı hadiseler sonrasında IŞİD olarak Irak’ta zuhür etmesinden ziyade, bu ideolojinin çıkış sebeplerini ve tarihini ele almak her açıdan daha faydalı olacaktır. Dolayısıyla bu yaklaşımla sadece IŞİD’in ideolojik temellerini ele almış olmayıp, tüm radikal ve tekfirci yapılanmaların ideolojik temellerine kısa ve öz ama net ve özetleyici bir yolculuk yapacağız. Tekfirci düşüncenin tarihi kodlarınıanlamak, Haricilik ve Selefilik/Vahhabilik fırkalarının tarihlerine yolculuk etmekle ancak mümkündür. Bundan ötürü Haricilik ve Selefilik/ Vahhabilik tarihine kısa bir yolculuk edeceğiz. Haricilik Her ne kadar bazı ilim adamları daha sonradan ‘Haricilik’ olarak tanımlanacak bu akımın çıkışını Hz. Ali döneminde yaşanan Hakem Olayı’na bağlasa da, tarihi gerçekler göstermiştirki bu hareketin kökleri Hz. Osman’ın hilafet döneminin ikinci yarısına kadar uzanır. Bu akıma “Harici” ismi Hz. Ali döneminde verilmiş ve bu kelime akımın muhalifleri ve dönemin idarecileri tarafından, “İnsanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali’den uzaklaşan ve yönetime isyan ederek cemaatten çıkanlar” anlamında kullanılmıştır. Mesela Şehristani’ye göre harici, ümmetin ittifak ettiği meşru bir halifeye baş kaldıran herhangi bir kimsedir. (el-Milel, I, 114) Bu akımın mensupları da kendileri için kullanılan ‘harici’ kelimesini reddetmemiş, “kafirler arasından çıkarak Allah’a ve peygamberine hicret edenler, kafirlerle her türlü bağı koparanlar” anlamında kullanmışlardır. Bu akım için hakem olayına karşı çıktıkları için ‘muhakkime’, Hz. Ali’den ayrıldıktan sonra ilk bir araya geldikleri yer olan Harura’ya nispetle ‘Haruriyye’, reisleri Abdullah b. Vehb er-Rasibi’ye izafeten ‘Vehbiyye’ isimleride kullanılmıştır. Haricilerin doğuşu ekser tarihçinin görüşüne göre, Sıffın Savaşı’nda hakem meselesinin ortaya çıkışına bağlanmıştır. Bu açıdan bakıldığında Havaric, hakem tayinine karşı çıkıp, Hz. Ali’den ayrılanların oluşturduğu bir fırkadır. Hz. Osman’ın hilafetinin son döneminde huruç eden bazı sosyal karışıklıklar ve Müslümanların zihinlerini meşgul eden bazı fikirler ve davranışlar göz önünde bulundurulduğunda, Hariciliğin tahkim olayıyla bir anda  ortaya çıkan bir fırka olmadığı anlaşılır. Haricilerin itikadi görüşleri Haricilik, I.Yezid’in ölümünden sonra Muhakkime-i Ula, Ezarika, Necadet, Sufriyye, Acaride, Sealibe, Beyhesiyye, İbaziyye gibi kollara ayrılsada İbaziyye dışındaki Harici kollar itikadi alanda tam bir sistem ortaya koyamamıştır. Lakin, Muhakkime-i Ula diye isimlendirilen ilk dönem Haricileri, Sıffın Savaşı’ndan sonra yirmi yıl ortak bir görüşte hemen hemen ittifak etmişlerdir. Şu hususu da belirtmek gerekir ki; 64 (683) yılından sonra fırka için siyasi ve askeri alanda harici ifadesi kullanılabilirse de, fırkanın akaid ile ilgili görüşlerinin reislerinin isimleriyle birlikte ortaya konması daha isabetli olacaktır. İlk Hariciler ve sonrakiler için ana çıkış noktası, ümmetin Kuran’a dayandırılması konusunda ki ısrardır. Onlara göre Kuran’ı Kerim kesin bir kanundur, te’vil ve tefsire muhtaç değildir. Dolayısıyla te’vil ve tefsire başvurmaksızın lafzı hüvviyetiyle hiçbir değişikliğe başvurmaksızın hem itikadi hem ameli hayat için yegane nizamdır. Haricilerin, hakem olayında Hz. Ali’ye karşı gelip ondan ayrılmaları ve daha sonra Hz. Ali ile savaşmalarının, Ehl-i Sünnet’i sapıklığa düşmüş bir fırka olarak kabul etmelerinin ve Şia’ya düşman olmalarının bir çok sebebi olmakla beraber, temel neden bu itikadi temel zemindir. Bu inanıştan dolayı Hariciler, devlet adamlarının yetkilerini ve hükum verme selahiyetlerini reddederek devlete karşı bedevi tepkisini ve birtür anarşizmi dile getirmiş ve uygulamışlardır. Haricilerin büyük çoğunluğu bedevi kişilerden oluştuğundan dolayı devleti kabile gibi görüp, kendi cemaatlerinin dışında kalan tüm topluluğu düşman olarak kabul etmişlerdir. Hariciler, kendi inanışları çerçevesinde insanları ve halkı şeriatı bilen ve uygulayan ve şeriatı bilmeyen ve uygulamayan şeklinde ikiye ayırmışlardır. Bundan dolayı kendileri gibi inanmayanları düşman ilan etmiş ve yine kendileri gibi düşünmeyen devlet adamlarını gayr-ı meşru ilan edip karşı çıkmışlardır. Haricilerin, gayr-ı meşru ilan ettikleri devlet adamlarına karşı çıkmakta ne kadar sert olduklarına dair tarihte birçok olay vardır. Mesela Abdullah b. Habbab gibi çok seçkin bir sahabeyi hunharca katletmeleri, buna mukabil, “Peygamberimizin emanetini koruyunuz” Hıristiyanlara ve Haricilerin kötülüklerinden korunmak için “müşrik gibi görünen” Vasıl b. Ata ve arkadaşlarına arka çıkmaları sahip oldukları inancın tarihe yansımalarıdır. (Müberred, III, 1078, 1079, 1134, 1135) İnanç ve amelden müteşekkil dinin emirlerini yerine getirmeyen kimseler Harici fırkasına göre kafir kabul edilir. Çünkü, Haricilere göre, iman ile İslam ayrılmaz bir bütündür ve eş anlamlıdır. Ehl-i Sünnetin aksine ameli, imandan bir cü’z olarak kabul ederler. Dolayısıyla amelde ihmali olan kimseleri dinden çıkmış olarak kabul ederler. Yine Haricilere göre, büyük günah işleyen kimseler ebedi cehennemdedir. Çünkü büyük günah işleyenler, bu günahları işledikleri için Allah’ın haram kıldığı şeyi helal kabul etmiş olur. Dolayısıyla bu kimseler “la hükme illa lillah” hükmü müvacehesinde İslam toplumu dışına itilmelidirler. Hatta, bu görüşlerini öyle ileri dereceye taşımışlardır ki, Harici olmayan kimseler kafirdirler, dolayısıyla düşmandırlar. Buna bağlı olarak, kendilerinin dışındakilerin kadınları ve çocuklarını esir almak ve öldürmek caizdir. Bu uygulamanın tarihte birçok örneği mevcuttur. Hariciler bu öldürme zihniyetine “İsti’raz” derler. Selefilik/ Vahhabilik İlk dönem müctehitlerin yolunu takip ettiklerini iddia eden Selefi düşünce, ağırlıklı olarak 3. ve 4. asırda kendisini göstermiştir. Sahip oldukları düşünce sistemetiği ile Selef alimlerin düşünce sistematiği arasında derin farklılıklar olması münasebetiyle, Selefi düşüncenin ‘ilk dönem Müslümanların yolunu takip ediyoruz’ iddiası gerçekçi değildir. Selefi düşünce, aynı Harici düşünce gibi tekfirci bir anlayışa sahiptir. Selefi düşüncenin önde gelen isimlerinin eserlerinde bu durum rahatlıkla görülmektedir. Kuran öncelikli ama hadis merkezli olan Selefi fırka, metine bağlılığı esas alır. Dolayısıyla müteşabih ayetlerin yorumlanmasına şiddetle karşı çıkar. Selefi fırkada, ehl-i sünnet temelli bir dışlayıcılık ve Şii düşmanlığı  sözkonusudur.  Ehl-i Sünnet dışındaki tüm İslami kökenli oluşumları reddetmektedirler. Selefi fırkanın Ehl-i Sünnet ile kastettikleri, kendi fırkalarıdır. Dolayısıyla, Hanefiliği dahi İslami doğru bir yol olarak görmemektedirler. İmam-ı Azam Ebu Hanife, “Bize doğudan iki bidat düşünce geldi. Bunlardan biri Cehm Bin Saffan’ın tahkim görüşü  diğeri ise, Mukatil Bin Süleyman’ın teşbih görüşüdür” diyerek, Selefi fırkanın düşünsel alt yapısına işaret etmiştir. Tecsim ve teşbih düşüncesi, Selefi düşüncenin temelini oluşturmaktadır. Belirtmek lazımdır ki, tecsim ve teşbih düşüncesi, Yahudiliğe ait bir düşüncedir. Yahudilerin şuan ellerinde bulunan Tevrat metininde, tecsim ve teşbihle alakalı birçok ifade mevcuttur. Tevrat’ın Tekvin bölümünün 27. Pragrafında ki “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı” ifadesi birçok örnekten sadece birtanesidir. Müteşabih ayetlerin youmlanmasına karşı çıkan Selefi düşünce, çok az sayıda olan müteşabih ayetleri yorumlamadan kaçınmak için, müteşabih ayetler yorumlanmadığı taktirde ortaya çıkan zıtlıkları ortadan kaldırmak için, Kuran’ın geri kalan tüm ayetlerini yorumlamadan ise kaçınmamaktadır. ve 4. asırda kendisini gösteren Selefi düşünce, İmni Teymiyye ile birlikte sistematik bir noktaya geliçmiş, böylelikle Selefi düşünce; tarih içerisinde yeni bir boyut kazanmıştır. İbn-i Temiyye’nin öğrencilerinden ve Selefi düşüncenin önemli isimlerinden olan İbn-i Kayyim El-Cevziyye, yine Selef düşüncesinin önemli kişilerinden olan Abdullah El-Ensari El-Harevi’nin ‘Menazilü’s Sairin’ isimli eserini ‘Medaricu’s Salikin’ ismiyle şehretmiştir. El-Cevziyye’nin ‘Medaricu’s Salikin’ ismiyle yazdığı şerhte Selefi düşüncenin inanç sistematiği görülmektedir. Abdullah El-Ensari El-Harevi, Kelam ilmini kötülemek için kaleme aldığı ‘Zemmü’l Kelam’ isimli eseri, tekfirci düşünce yapısını anlamak bakımından önemlidir. Abdullah El-Ensari El-Harevi, ‘Zemmü’l Kelam’ isimli eserinde, “Eş’ariler Ehl-i Kitap değildir. Eş’ari olanların kestikleri yenilmez. Onlara Ehl-i Kitap olarakta muamele edilmez” diyerek, Eş’ari mezhebi mensuplarını tekfir  etmekten kaçınmamıştır. Yine Selefi düşüncesinin önemli isimlerinden Ebu Muhammed El-Berbehari, Selef düşüncesini oluşturan diğer isimlerin yolundan giderek, kelamcıları tekfir etmekte bir beis görmemiştir. Ebu Muhammed El-Berbehari, Şerhu’s Sünne isimli eserinde, “Ümmetin  arasına şirki, küfrü vezındıklığı sokan varsa, o da kelamcılardır” diyerek, Kelam ulemasını tekfir etmiştir. Ayrıca Ebu Muhammed El-Berbehari, tecsim ve teşbih akidesinin ümmet arasında kılıç zoruyla yayılması gerektiğine dair fetva vermiştir. Tarih kitapların da aktarılan, Selefiler ile İmam Taberi arasında geçen ‘Makam-ı Mahmud’ tartışması ve sonrasında yaşananlar, bu fırkanın kendi düşüncelerini kabul ettirmek ve yaymak için kullandıkları yöntemi gösteren hazin bir hadisedir. Tarihçilerin aktardığına göre, “İmam Taberi’nin yanına giden bir grup Selefi önde geleni, İmam Taberi’ye Makam-ı Mahmud ile ilgili soru sorar. Selefilerin bu hareketten elde etmek istedikleri netice, Makam-ı Mahmud ile ilgili kendi düşüncelerini İmam Taberi’ye kabul ettirmek ve ona bu düşünceyi ikrar ettirmek suretiyle düşüncelerinin yayılmasını ve taraftarlarının çoğalmasını sağlamaktır. Selefilerin sorduğu soruya ‘Allah’a bir mekan tayin etmekten ve onu tecsim etmekten yine Allah’a sığınırım’ cevabı veren İmam Taberi, bu cevap sonrası yaşanan olaylarda canını zor kurtarmıştır. Sohbet meclisinde ki halkı kışkırtan ve akabinde İmam Taberi’yi linç etmek isteyen Selefilerin elinden İmam Taberi’yi, etrafında ki az sayıda arkadaşı kurtarmıştır. İmam Taberi eve gidene kadar, arkasından gelen Selefiler trafından taşlanmıştır. Evine girdikten sonra dahi, İmam Taberi’nin evinin kapısı taşlanmış, kapının önünde taşlardan ufak bir tepecik oluşmuştur. İmam Taberi, bu hadiseden sonra, ömrünün geri kalanını adeta ev hapsinde geçirmiştir.” Ancak bir not olarak şunu hususuda aktarmak lazımdır ki, İmam Taberi, bu olay sonrası kaleme aldığı tefsirinde, Makam-ı Mahmud ayetini tefsir ederken garip bir şekilde, teşbih ve tecsime yer vermiştir. asırda yaşayan İbn-i Teymiyye’ye kadar lokal kalan Selefilik, Teymiyye ile birlikte sistematikleşmiş ve geniş kitlelere ulaşmıştır. İbn-i Teymiyye’den 18. asırda Abdulvahhab’ın çıkışına kadar Selefilik, ciddi bir varlık gösterememiştir. İbn-i Teymiyye ile yeni bir boyut kazanan Selefi düşünce, 18. asırda Muhammed Bin Abdulvahhab’ın çıkışıyla daha farklı bir boyuta geçiş yapmıştır. Selefilik ile Vehhabilik arasında bazı farklılıklar gözüksede, her iki düşüncenin İslami edaili değerlendirme sistematiklerinde bir farklılık gözükmemektedir. Dolayısıyla var olan bu tekfirci anlayış Vahhabilik ile birlikte, kendi düşünsel temelli dışlamacılık daha şiddetli bir tekfirciliğe dönüştü ve hareket tarzlarında ki şiddet daha da artmış oldu. Ayrıca 1. Dünya savaşı sonrası kurulan Suudi Arabistan ile birlikte Selefilik siyasallaşmış oldu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde ciddi bir varlık gösteremeyen bu düşünce, Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasını fırsat bilerek yine ‘kılıç zoruyla düşünceyi kabul ettirme’ yolunu tercih etmiş, 1802-1803 yıllarında Necid’den hareket eden Vehhabiler, bir Aşure günü Kerbela’da binlerce kişiyi kılıçtan geçirerek uzun aradan sonra tekrar ortaya çıkmışlardır. Yine, Kerbela olayındna sonra, 1805 yılında Hicaz bölgesinde aynı şiddet yolunu tercih etmiş, Taif, Mekke ve Medine’yi muhasara altına alarak, bir müddet sonra kendilerinden eman dileyen halkın tamamına yakınını kılıçtan geçirmiştir. Vahhabilerin, Taif, Mekke ve Medine’yi muhasara altına almalarını ve sonrasında yaşananları ‘Miratü’l Harameyn’ isimli eserinde anlatan Eyüp Sabri Paşa, çok hazin hikayeler aktarmaktadır. Yine Taif, Mekke ve Medine muhasarasını anlatan Vehhabi tarihçilerden İbni Ğannam ve İbni Beşir, bu muhasarada yaşananlara dair Eyüp Sabri Paşa’nın aktardıklarını tastik eder bilgiler aktarmaktadır. Bu muhasarada Vahhabilerin, Taif’te ki türbeleri yıkması ve Mekke’de ki Hz. Hatice’nin türbesini yıkması günümüz Ortadoğu’sunu daha iyi anlamamıza yardımcı olduğu gibi, bu düşüncenin ne denli tehlikeli olduğunu da ispat etmektedir. Vehhabiler’in Suud alilesiyle ortaklaşa gerçekleştirdikleri Hicaz Muhasarası ile ilk kez,‘Haricilik’ ifadesi Osmanlı’nın resmi kayıtlarına geçti. Hariciliğin ve Selefiliğin tarihi köklerine mufassal bir yolculuk etmeden, efradını cami ağyarını mani  hülasa bir çalışma dahi, tekfirciliğin düşünce sistematiğini, tarihi derinliğini kavramamıza yeterli oluyor. Son olarak belirtmek lazımdır ki, tekfirci düşünceyle en kalıcı ve etkili mücadele tarzı ‘ilimi mücadele’dir.  Nitekim, 1800 yılların başından başlamak suretiyle, 1. Dünya savaşına kadar Osmanlı coğrafyasında çıkan tekfirci isyanlarla askeri bir mücadele olmuş olsa da en etkili ve kalıcı olan ilmi mücadele olmuştur. Vahhabileri ve Selefileriresmi kayıtlarına ‘Harici’ olarak düşen Osmanlı, uleması ilede bu anlayışla mücadele etmiş, eski klasik kitaplara atıfla Şeyhulislam kanalıyla yazılan kitaplar ile, tekfirci anlayış gayri-sünni ilan edilmiştir. Şeyhülislam nezaretinde yürüyen bu ilmi mücadele, o dönem başarılı olmuştur. Dolayısıyla, bugün coğrafyamızda İslam adına cinayetler işleyen, İslam’ın pak tarihini karalayan eylemlerde bulunan, düşüncesini geçmişleri gibi kılıçla yaymaya ve kabul ettirmeye çalışan günümüz tekfircileri ile yine ilimle mücadele etmek zaruridir. Çünkü en kalıcı ve enkili yol ‘ilim’dir. Dünya ve İslam Dergisi/ Ocak 2015 sayısı
Sende Yorumla...
Kalan karakter sayısı : 500
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Güçlü Lider Güçlü Meclis İçin Doğrusu Ak Parti
Güçlü Lider Güçlü Meclis İçin Doğrusu Ak Parti
Artık yalnız değilsiniz, Rize’nin bir rehberi var!
Artık yalnız değilsiniz, Rize’nin bir rehberi var!